ISSN 2149-2263 | E-ISSN 2149-2271
The Anatolian Journal of Cardiology - Anatol J Cardiol: 14 (2)
Volume: 14  Issue: 2 - March 2014
EDITORIAL
1.The state of mind in the Anatolian Journal of Cardiology
Bilgin Timuralp
PMID: 24877168  doi: 10.5152/akd.2014.125152014  Page 105
Abstract |Full Text PDF

ORIGINAL INVESTIGATION
2.Elevated serum gamma-glutamyltransferase levels in patients with dilated ascending aorta
Bülent Demir, İlker Murat Çağlar, Hande Oktay Türeli, Cem Özde, Gönül Açıksarı, Serkan Çiftçi, İsmail Üngan, Esra Demir, Osman Karakaya, Sibel Özyazgan
PMID: 24449621  doi: 10.5152/akd.2014.4646  Pages 106 - 114
Amaç: Çıkan aort dilatasyonu olan hastalarda oksidatif stres artışının indirekt bir göstergesi olarak serum gamma-glutamiltransferaz (GGT) düzeyinin değerlendirilmesidir. Yöntemler: Çalışmamız bir gözlemsel kesitsel controllü çalışma olarak tasarlandı. Transtorasik echocardiography (TTE) ile detaylı değerlendirme yapılarak 100 proksimal çıkan aort dilatasyonu olan ardışık hasta ile, 50 ardışık seçilen normal çıkan aort boyutlarına sahip control grubu alındı. Aort dilatasyonu grubu literatüre göre ektazi grubu (3,8-4,3 cm, 53 hasta, 24 erkek ve 29 bayan, ortalama yaş; 62,9±10,9) ve anevrizma grubu olmak üzere (≥4,4 cm, 47 hasta, 18 erkek ve 29 bayan, ortalama yaş; 65,5±11,1) 2 alt gruba ayrıldı. Kontrol grubu çıkan aort dilatasyonu saptanmayan (≤3,7 cm, 50 hasta, 24 erkek ve 26 bayan, ortalama yaş; 62,7±9,2) hastalardan oluşturuldu. İstatistiksel analizlerde ANOVA, Mann-Whitney U test, Pearson korelasyon analizi, çoklu değişkenli lojistik regresyon analizi ve “receiver-operator curve” analizi kullanıldı. Bulgular: Hasta grubu ile kontrol grubu arasında laboratuvar parametreleri karşılaştırıldığında, serum gamma-glutamiltransferaz (GGT) düzeyi aort dilatasyonu grubunun ikisinde de kontrol grubuna göre istatistiksel anlamlı olarak yüksekti (p<0,001). Ayrıca yapılan korelasyon analizinde çıkan aort çapı ile GGT arasında istatistiksel olarak anlamlı pozitif ilişki saptandı (r=0,282, p<0,001). Çoklu değişkenli regresyon analizi sonucunda GGT ile proksimal çıkan aort genişliği arasında anlamlı ilişki saptandı (β=0,131, odds ratio: 1,140, %95 CI: 1,060-1,225, p<0,001). Sonuç: GGT oksidatif stres belirteci olarak çıkan aort anevrizması patogenezinde rol oynuyor olabilir.
Methods: The study was designed as an observational cross-sectional controlled study. One hundred consecutive patients with dilated ascending aorta and 50 consecutive controls with normal ascending aorta diameter were selected for the study by comprehensive transthoracic echocardiography (TTE). The aortic dilatation group was divided into two subgroups, according to the literature as the ectasia group (3.8-4.3 cm, 53 patients, 24 male and 29 female, mean age: 62.9±10.9 years) and the aneurysm group (≥4.4 cm, 47 patients, 18 male and 29 female, mean age: 65.5±11.1 years). The control group consisted of patients demonstrating no ascending aorta dilatation (≤3.7 cm, 50 patients, 24 male and 26 female, mean age: 62.7±9.2 years). ANOVA, Mann-Whitney U test, Pearson’s correlation analysis, multivariate logistic regression analysis, and receiver-operator curve analysis were used for statistical analysis. Results: Regarding the comparison of laboratory parameters between the patient and control groups, serum gamma-glutamyltransferase (GGT) levels were found to be statistically significantly higher in both of the aortic dilatation subgroups than in the control group (p<0.001). In the correlation analysis between the ascending aorta diameter and GGT, a statistically significant positive correlation was found (r=0.282, p<0.001). The multivariate regression analysis revealed a significant relationship between GGT and the proximal ascending aorta diameter (β=0.131, odds ratio: 1.140, 95% CI: 1.060-1.225, p<0.001). Conclusion: GGT as a marker of oxidative stress may play a role in the pathogenesis of aneurysm of the ascending aorta.

3.Is there a relationship between serum paraoxonase level and epicardial fat tissue thickness?
Ahmet Göktuğ Ertem, Ali Erayman, Tolga Han Efe, Bilge Duran Karaduman, Halil İbrahim Aydın, Mehmet Bilge
PMID: 24449622  doi: 10.5152/akd.2014.4742  Pages 115 - 120
Amaç: Bu çalışmada serum paraoksonaz 1 düzeyi ile epikardiyal yağ dokusu kalınlığı arasındaki ilişkiyi göstermeye çalıştık. Yöntemler: Bu gözlemsel ve kesitsel çalışmaya herhangi bir aterosklerotik hastalık öyküsü olmayan 207 hasta alındı. Ekokardiyografi ile epikardiyal yağ dokusu kalınlığı ölçülerek, serum paraoksonaz 1 (PON 1) düzeyi ile arasındaki korelasyonu göstermek amacıyla korelasyon analizi yapıldı. Ayrıca hastaların klinik ve laboratuvar bulguları ile serum PON 1 düzeyi ve epikardiyal yağ dokusu kalınlığı arasında da korelasyon analizi yapıldı. Gruplar arası korelasyonu göstermek amacıyla Pearson testi ve Spearman testi uygulandı. Bulgular: Epikardiyal yağ dokusu kalınlığı ile serum paraoksonaz düzeyi arasında lineer korelasyon izlenmedi (korelasyon katsayısı: -0,127, p=0,069). Epikardiyal yağ dokusu kalınlığı 7 mm ve 5 mm birimlerinin altı ve üstü olarak gruplanacak olursa, serum PON 1 düzeyi ≥7 mm olan grupta (PON 1 düzeyi: 168,9 U/L), <7 mm grubuna (PON 1 düzeyi: 253,9 U/L) göre anlamlı olarak düşüktü (p<0,001). Ayrıca hipertansiyon prevalansı, epikardiyal yağ dokusu kalınlığı ≥7 mm olan grupta daha fazlaydı (p=0,001). Serum trigliserit düzeyi ise epikardiyal yağ dokusu kalınlığı ≥7 mm olan grupta daha yüksekti (p=0,014) ve vücut kitle indeksi ise epikardiyal yağ dokusu kalınlığı ≥ 5 mm olan grupta daha yüksekti (p=0,006). Sonuç: Serum PON 1 düzeyi, epikardiyal yağ dokusu kalınlığı ile korele değildi. Fakat serum paraoksonaz düzeyi epikardiyal yağ dokusu kalınlığı ≥7 mm olan grupta daha düşüktü. Bu nedenden dolayı epikardiyal yağ dokusu kalınlığı 7 mm ve üzeri olanlarda artmış ateroskleroz progresyonu izlenebilir.
Objective: This study aimed to show the relationship between serum paraoxonase 1 level and the epicardial fat tissue thickness. Methods: Two hundred and seven patients without any atherosclerotic disease history were included in this cross-sectional observational study. Correlation analysis was performed to determine the correlation between epicardial fat tissue thickness, which was measured by echocardiography and serum paraoxonase 1 level. Also correlation analysis was performed to show correlation between patients’ clinical and laboratory findings and the level of serum paraoxonase 1 (PON 1) and the epicardial fat tissue thickness. Pearson and Spearman test were used for correlation analysis. Results: No linear correlation between epicardial fat tissue thickness and serum PON 1 found (correlation coefficient: -0.127, p=0.069). When epicardial fat tissue thickness were grouped as 7 mm and over, and below, and 5 mm and over, and below, serum PON 1 level were significantly lower in ≥7 mm group (PON1: 168.9 U/L) than <7 mm group (PON 1: 253.9 U/L) (p<0.001). Also hypertension prevalence was increased in ≥7 mm group (p=0.001). Serum triglyceride was found to be higher in ≥7 mm group (p=0.014), body mass index was found higher in ≥5 mm group (p=0.006). Conclusion: Serum PON 1level is not correlated with the epicardial fat tissue thickness. But PON 1 level is lower in patients with epicardial fat tissue thickness 7 mm and over. Therefore, increased atherosclerosis progression can be found among patients with 7 mm and higher epicardial fat tissue thickness.

4.Evaluation of the valvular and biventricular functions in Parkinson patients using ergotamine-derived dopamine agonist: an observational study
Necla Özer, Hikmet Yorgun, Uğur Canpolat, Bülent Elibol
PMID: 24449623  doi: 10.5152/akd.2014.4834  Pages 121 - 127
Amaç: Bu çalışmada Parkinson hastalarında kabergolin kullanımının valvüler ve biventriküler işlevler üzerine etkisinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Yöntemler: Bu gözlemsel kohort çalışmasında Parkinson hastaları 2 gruba ayrılmıştır; kabergolin kullanan 34 hasta (%41,2 kadın, yaş; 57,4±15,3 yıl) (Grup 1) ve kabergolin kullanmayan yeni tanı alan 42 hasta (%61,9 kadın, yaş; 53,7±7,1 yıl) (Grup 2). Konvansiyonel ekokardiyografik ve diyastolik parametrelere ek olarak, global ve bölgesel sistolik - diyastolik fonksiyonların değerlendirilmesi için doku Doppler görüntüleme kullanıldı. Normal dağılım gösteren değişkenler arası ilişki Pearson korelasyon katsayısı ile değerlendirildi. Bulgular: Grup 1 hastaları ortalama 7,7±5,1 yıldır kabergolin kullanıyordu; ortalama ve kümülatif kabergolin dosu 3,3±1,1 mg ve 9,8±7,0 gr idi. Sol ventrikül sistolik fonksiyonu ve doku Doppler ölçümlerinde septal ve lateral mitral anülüs ve sağ ventriküler sistolik ve diyastolik hızlar gruplar arasında benzerdi. Mitral kapak çadırlaşma alanı kabergolin kullanan grupta anlamlı olarak yüksekti (p=0,007). Kümülatif kabergolin dozu ve diyastolik fonksiyonlar arasındaki ilişki değerlendirildiğinde; Etepe (r=0,253, p=0,042), E/A (r=0,256, p=0,026) ve DZ (r=-0,382, p=0,001) kümülatif kabergolin dozu ile anlamlı korelasyona sahipti. Ayrıca kümülatif kabergolin dozu ve kabergolin tedavisi süresi ile birleşik regürjitasyon skoru arasında pozitif korelasyon saptandı (r=0,435, p<0,001; r=0,485, p<0,001). Sonuç: Kabergolin tedavisinin kapak fonksiyonları üzerine olumsuz etkileri iyi bilinirken, bu çalışmada Parkinson hastalarında kabergolin tedavisinin sistolik fonksiyonlar üzerine belirgin etkisi gözlenmemiştir, ancak diyastolik fonksiyonda bozulma kümülatif kabergolin dozu ile ilişkili bulunmuştur.
Objective: In this study, we aimed to evaluate the impact of cabergoline use in patients with Parkinson’s disease on valvular and biventricular functions. Methods: In this observational cohort study, patients with Parkinson disease were divided into 2 groups as 34 patients (41.2% female, age; 57.4±15.3 years) using cabergoline (Group 1) and 42 patients (61.9% female, age; 53.7±7.1 years) not using cabergoline (Group 2). In addition to conventional echocardiography and diastolic functions, tissue Doppler imaging was used to evaluate both global and regional systolic - diastolic functions. Correlations were assessed using Pearson correlation coefficient for normally distributed variables. Results: In group 1 patients cabergoline was used for 7.7±5.1 years and mean and cumulative cabergoline dose were 3.3±1.1 mg and 9.8±7.0 g respectively. Left ventricular systolic functions and tissue Doppler measurements of septal and lateral mitral annulus and right ventricular systolic and diastolic velocities were similar between groups. Mitral valve tenting area was significantly higher in patients using cabergoline (p=0.007). The association between cumulative cabergoline dose and diastolic functions was also evaluated which revealed that among diastolic function parameters, Epeak (r=0.253, p=0.042), E/A (r=0.256, p=0.026) and DT (r=-0.382, p=0.001) were correlated with cumulative cabergoline dose. There was a positive correlation between cumulative cabergoline dose and duration of cabergoline therapy with composite regurgitation score (r=0.435, p<0.001; r=0.485, p<0.001, respectively). Conclusion: Our findings indicated that despite the well known effects of cabergoline on valvular functions, we did not observe any alteration in systolic functions, but diastolic functions which was associated with cumulative cabergoline dose in patients with Parkinson’s disease.

5.Relation of presence and severity of metabolic syndrome with left atrial mechanics in patients without overt diabetes: a deformation imaging study
Mustafa Kurt, İbrahim Halil Tanboğa, Eyüp Büyükkaya, Mehmet Fatih Karakaş, Adnan Burak Akçay, Nihat Şen, Emine Bilen
PMID: 24449624  doi: 10.5152/akd.2014.4686  Pages 128 - 133
Amaç: Biz bu çalışmamızda metabolik sendrom (MetS) hastalarında sol atriyal (SA) fonksiyonları speckle tracking ekokardiyografi ile araştırmayı, MetS ciddiyeti ve SA fonksiyonlar arasındaki muhtemel ilişkiyi göstermeyi ve MetS hastalarında düşük SA strain öngörücülerini saptamayı amaçladık. Yöntemler: Çalışmamız gözlemsel-kesitsel bir çalışma olup, aşikar diyabeti olmayan 80 MetS hastası ve 50 kontrol grubundan oluşmaktadır. Hastalar MetS kriterleri sayısına göre üçe ayrıldı. Ventrikül sistolü sonunda zirve SA strain (SAs) ve SA kasılması sırasındaki zirve SA strain (SAa) ölçülmüştür. SA strain değerlerinin MetSyn ciddiyeti ile ilişkisi korelasyon analizi ile ve düşük SA strainin MetSyn ile ilişkisi lojistik regresyon analizi ile değerlendirildi. Bulgular: Kontrol grubu ile karşılaştırıldığında MetS hastalarında hem SAs (37,5±8,78,7'e karşı 26,0±10,2, p<0,001) hem de SAa (19,9±6,3'e karşı 13,0±6,4 p<0,001) strain değerleri belirgin olarak düşük bulunmuştur. Ayrıca, MetS ciddiyeti arttıkça hem SAs hem de SAa anlamlı olarak azaldığı bulunmuştur. Çoklu lojistik regresyon analizinde MetS varlığı (OR: 0,26 (%95 CI 0,06-0,89), p=0,032) ve sol ventrikül ejeksiyon fraksiyonu (OR: 1,14 (%95 CI 1,03-1,27), p=0,021) SAs strain için bağımsız belirleyiciler olarak bulunmuştur. Sonuç: MetS; sırasıyla sol atriyal rezervuar ve pompa fonksiyonlarını gösteren azalmış SAs ve SAa strain ile ilişkilidir. Ayrıca, SA mekanik fonksiyonları artan MetS ciddiyeti ile daha da fazla azalmaktadır.
Objective: We aimed to investigate left atrium (LA) function by speckle tracking echocardiography in patients with metabolic syndrome (MetSyn) and to show a possible relationship between the severity of MetSyn and LA function and to determine the predictors of low strain in MetSyn patients. Methods: Our study design was observational and cross-sectional design consisted of 80 MetSyn patients without overt diabetes and 50 controls. The patients were classified into three groups based on the number of MetSyn criteria. The peak LA strain at the end of the ventricular systole (LAs-strain) as well as the LA strain with LA contraction (LAa-strain) was obtained. Correlation analysis performed to assess the association of LA strain parameters with the severity of MetSyn and logistic regression analysis performed to assess the relationship of low LA strain with MetSyn. Results: Both LAs (37.5±8.7 vs. 26.0±10.2, p<0.001) and LAa (19.9±6.3 vs. 13.0±6.4, p<0.001) strain measurements were found to be significantly decreased in patients with MetSyn when compared to the control group. Moreover, both LAs and LAa were found to be significantly decreased with the increasing severity of the MetSyn. A multiple logistic regression analysis demonstrated that the presence of MetSyn [OR: 0.26 (95% CI 0.06-0.89), p=0.032] and left ventricular ejection fraction [OR: 1.14 (95% CI 1.03-1.27), p=0.021] were independent predictors of LAs strain. Conclusion: MetSyn is associated with reduced LAs strain and LAa strain representing LA reservoir and pump function, respectively. Furthermore, LA mechanical function decreases even more with the increasing severity of the MetSyn.

6.Diagnostic accuracy of mean platelet volume in prediction of clopidogrel resistance in patients with acute coronary syndrome
Hazel Uzel, Ebru Özpelit, Özer Badak, Bahri Akdeniz, Nezihi Barış, Fatih Aytemiz, Özhan Göldeli
PMID: 24449625  doi: 10.5152/akd.2014.4433  Pages 134 - 139
Amaç: Klopidogrel direnci, hastaların %25'inde karşılaşılan ve kötü klinik sonlanıma neden olan bir durumdur. Bu hastaların erken teşhisi tedaviyi ve takibi yönlendirmek açısından oldukça önemlidir. Bu amaçla her ne kadar çeşitli trombosit fonksiyon testleri kullanılsa da, standardize bir yöntem ve kesim noktası henüz mevcut değildir. Bu çalışmada rutin bir hemogram parametresi olan ortalama trombosit hacminin (OTH) klopidogrel direncini öngördürmedeki yeri araştırılmıştır. Yöntemler: Çalışma prospektif tip bir kohort çalışması olarak dizayn edilmiştir. Akut koroner sendrom (AKS) nedeni ile hastaneye yatırılan ve klopidogrel başlanan toplam 185 hasta çalışmaya dahil edilmiştir. Klopidogrel direnci, tedavinin 3. gününde alınan kandan tam kan agregometrisi ile çalışılmıştır. ADP ile indüklenen trombosit agregasyonu miktarı her hastada hesaplanarak, 500'ün üzerindeki değerler klopidogrel direnci olarak tanımlanmıştır. Ortalama trombosit hacmi otomatik kan sayaçları ile ilk yatış sırasında alınan kandan çalışılmıştır. İstatistiksel analizde, bağımsız örneklem t testi, ROC analizi ve çoklu regresyon analizi kullanılmıştır. Bulgular: Çalışmanın sonunda toplam 41 hastada (%22,1) klopidogrel direnci saptanmıştır. Direnç olan hastalarda ortalama OTH, direnç olmayanlara göre belirgin olarak yüksek saptanmıştır (8,7±0,82 fL'e karşı 8,1±0,83 fL, p<0,001). Klopidogrel direncini öngördürmede MPV için kesim noktası 8,3 fL olarak saptanmıştır (Duyarlılık %76,6, özgüllük %68,3, OR: 6,4; %95 CI 2,9-14,1, AUC: 0,70, p<0,001). Sonuç: Bu çalışmada, AKS hastalarında yüksek MPV değerlerinin klopidogrel direncini öngördürmedeki etkinliği ortaya konmuştur.
Objective: Clopidogrel therapy is the standard of care in patients with acute coronary syndrome (ACS) and stent implantation. However, concern arises because 25% of subjects are nonresponders to clopidogrel. As this nonresponsiveness is associated with increased adverse outcome, detection of these subjects in daily practice is important in order to withhold a more aggressive therapy and closer follow up. In this study we aimed to evaluate the relation between mean platelet volume (MPV) which is an indicator of platelet activation and clopidogrel nonresponsiveness. Methods: The study was planned as a prospective cohort study. A total of 185 patients who had been on clopidogrel therapy for any acute coronary syndrome were enrolled in this study. Clopidogrel responsiveness was analyzed by Multiplate MP-0120 device by using the method of whole blood aggregometry. Blood samples were drawn 3.5 days after clopidogrel loading dose. The amount of ADP induced platelet aggregation was assessed as area under curve (AUC), and a cut-off value of 500, above which the patient is considered as clopidogrel nonresponder, was used. MPV was analyzed from the blood which were sampled at the admission of the patient by using automatic hemocounter. Independent sample t-test, ROC analyses and logistic regression analsis were used in statistical analysis. Results: Among the 185 patients analyzed 41 were found to be clopidogrel nonresponder (22.1%). Mean MPV was found to be significantly higher in nonresponders compared to responders (8.7±0.82 fL vs. 8.1±0.83 fL, p<0.001). A cut-off value of 8.3 fL for MPV was detected in prediction of clopidogrel nonresponsiveness with a sensitivity of 76.6% and specificity of 68.3% (OR: 6.4; 95% CI 2.9-14.1, AUC: 0.70, p<0.001). Conclusion: This study showed that MPV can be used as a predictor of clopidogrel resistance in patients with ACS.

7.Comparision of pain levels of transradial versus transfemoral coronary catheterization: a prospective and randomized study
Erdal Aktürk, Ertuğrul Kurtoğlu, Necip Ermiş, Nusret Açıkgöz, Jülide Yağmur, Mehmet Sait Altuntaş, Hasan Pekdemir, Ramazan Özdemir
PMID: 24449626  doi: 10.5152/akd.2014.4607  Pages 140 - 146
Amaç: Çalışmanın amacı radiyal yöntem ile koroner kateterizasyon yapılan hastalarda giriş yerindeki ağrı seviyelerini karşılaştırmaktır. Yöntemler: Çalışma prospektif ve randomize olarak planlandı. Dört yüz sekiz hastaya transradiyal yaklaşımla (TRY) koroner anjiyografi (KAG) ve/veya perkütan koroner girişim (PKG), 428 hastaya transfemoral yaklaşım ile (TFY) KAG ve/veya PKG uygulandı. Hastaların ağrı seviyeleri işlemden sonra ve 30. günde Vizüel Analog Ölçeği (VAÖ) ile değerlendirildi. Student-t, Mann-Whitney U ve ki-kare testleri istatistiksel analiz için kullanıldı. Bulgular: TRY grubundaki hastaların VAÖ değerleri TFY grubundakilere göre daha yüksekti [sadece KAG, 3 (2-5) karşı 1 (1-3), p<0,0001; PKG, 4 (2-6) karşı 2 (1-3), p<0,0001, sırasıyla]. Bir ay sonra, TRY grubundaki hastaların VAÖ değerleri TFY grubundakilere göre daha yüksekti [sırasıyla sadece KAG, 1 (0-1) karşı 0 (0-1), p<0,0001; PKG, 1 (0-2) karşı 0 (0-1), p<0,0001]. TRY grubunda yapılan ROC analizinde, 24,3 kg/m2 altındaki vücut kitle indeksi (VKİ) işlem esnasındaki kabul edilemez ağrıyı %87,3 duyarlılık ve %91,6 özgüllük [Eğri altındaki alan (EAA): 0,875, %95 GA: 0,839-0,906, p<0,0001] ile tespit ederken 16,7 cm’nin altındaki bilek çapı işlem esnasındaki kabul edilemez ağrıyı %84,6 duyarlılık ve %89,8 özgüllük [EAA: 0,900, %95 GA: 0,867-0,928, (p<0,0001)] ile tespit etmiştir. Sonuç: Mevcut çalışma düşük VKİ’li ve bilek çapına sahip hastalarda radiyal yol ile yapılan KAG ve PKG’nin femoral yaklaşıma göre daha fazla ağrıya neden olduğunu göstermektedir.
Objective: The aim of the present study was to assess access site pain levels of patients undergoing coronary catheterization via transradial route. Methods: We performed a prospective and randomized study in which 408 patients underwent coronary angiography (CAG) and/or percutaneous coronary intervention (PCI) via transradial approach (TRA) and 428 patients underwent CAG and/or PCI via transfemoral approach (TFA). Pain levels of patients were assessed with Visual Analog Scale (VAS) after catheterization and at 30 days. Student-t, Mann-Whitney U and chi-square tests were used for statistical analysis. Results: Patients in the TRA group showed higher VAS scores than those in TFA group after catheterization [CAG alone, 3 (2-5) vs. 1 (1-3), p<0.0001; PCI, 4 (2-6) vs. 2 (1-3), p<0.0001, respectively]. One month later, patients in TRA group also showed higher VAS scores than those in TFA group [CAG alone, 1 (0-1) vs. 0 (0-1), p<0.0001; PCI, 1 (0-2) vs. 0 (0-1), p<0.0001, respectively]. By the ROC analysis in TRA group, a level of BMI <24.3 kg/m2 predicted unacceptable pain with a 87.3% sensitivity and 91.6% specificity [area under curve (AUC): 0.875, 95% CI: 0.839-0.906, p<0.0001], while a wrist circumference <16.7 cm predicted unacceptable pain with 84.6% sensitivity and 89.8% specificity (AUC: 0.900, 95% CI: 0.867-0.928, p<0.0001). Conclusion: The current study suggests that a radial approach for CAG and PCI in patients with a low BMI and small wrist circumference may cause more access site pain as compared with a femoral approach.

EDITORIAL COMMENT
8.Transradial approach: Do we have gain without excessive pain?
Tariq Farman
PMID: 24449627  doi: 10.5152/akd.2014.112014  Pages 147 - 148
Abstract |Full Text PDF

9.Time for pain: today or tomorrow?
Alessandro Sciahbasi
doi: 10.5152/akd.2014.222014  Page 149
Abstract |Full Text PDF

10.Time for pain: today or tomorrow?
Alessandro Sciahbasi
doi: 10.5152/akd.2014.222014  Page 149
Abstract |Full Text PDF

ORIGINAL INVESTIGATION
11.Clinical features of aviators with coronary artery disease diagnosed by multislice CT angiography
Muhammed Erdal, Mustafa Aparcı, Zafer Işılak, Uğur Bozlar, Zekeriya Arslan, Murat Ünlü
PMID: 24449629  doi: 10.5152/akd.2014.4739  Pages 150 - 154
Amaç: Koroner arter hastalığı (KAH) askeri ve sivil havacılıkta en sık görülen ani yetersizlik gelişimi nedenlerinden birisidir. Uçucu personel sayısı ülkemizde gün geçtikçe artmaktadır. Bu çalışmada uçucu personelde KAH varlığını tahmin etmemize yardımcı olabilecek klinik özellikleri tanımlamayı amaçladık. Yöntemler: Çok kesitli bilgisayarlı tomografi (MSCT) koroner anjiyografi ile KAH tanısı konulmuş 26 uçucu personelin (yaş 43,57±5,2) tıbbi kayıtlarını retrospektif olarak inceledik. Uçucu personelin klinik demografik özellikleri, koroner risk faktörleri, istirahat EKG ve stres testi EKG’lerindeki ST ve T dalga değişiklikleri ile laboratuvar bulguları kaydedildi. Bulgular: ST depresyonu (<0,05 mV) ve minimal T dalga inversiyonu (<0,03 mV) istirahat EKG’lerinde %53,8 ve %23,1 oranında görüldü. Hastaların %53,8’inde KAH için aile öyküsü pozitifliği mevcuttu. %73,1’inde kilo fazlalığı gözlendi. Aile öyküsü KAH ve tipi ile istatistiksel olarak ilişkili bulundu (p=0,023). Şüpheli ve pozitif egzersiz test sonucu sırasıyla %76,9 ve %23,1 hastada izlendi. Hipertansiyon, hiperlipidemi ve sigara kullanımı düşük oranda izlendi. Diyabet ise mevcut değildi. Ayrıca, iki-üç damar hastalığı olanların yaş ortalaması tek damar hastalığı olanlara göre hafif yüksek izlendi (45,5±3,8’e karşın 42,2±5,5, p=0,101). Sonuç: Kırk yaş üstü uçucu personelde, çoklu koroner risk faktörleri olmasa bile aile öyküsü olanlar, istirahat EKG’sinde ST-T değişiklikleri izlenenler ve egzersiz testinde şüpheli değişiklikler izlenenlerde ileri kardiyovasküler testlere ihtiyaç olabilir. MSCT uçucularda KAH’ın tespitinde etkin ve girişimsel olmayan bir yöntem olarak kullanılabilir.
Objective: Coronary artery disease (CAD) is one of the most incapacitating causes at military or civilian aviation. Aircrew population is crowding in number in our country. We aimed to identify the clinical features that could predict CAD in aircrew. Methods: We retrospectively analyzed medical recordings of 26 aircrew (age 43.57±5.2) whose CAD was diagnosed via multislice computerized tomography angiography (MSCT). Clinical features, coronary risk factors and ST segment and T wave changes on resting ECG and treadmill test (TT), and laboratory findings of aircrew were recorded. Results: ST depression <0.05 mV and minimally inversion (<0.03 mV) of T wave were found on 53.8% and 23.1% of resting ECG, respectively. 53.8% of patients had the family history of CAD. 73.1% of subjects were overweight. Family history was correlated with CAD and its type (p=0.023). 76.9% and 23.1% of the subjects had equivocal and positive result on TT, respectively. Presence of hypertension, hyperlipidemia, and smoking were lower and diabetes was absent. Additionally, subjects with two or more vessel disease were observed slightly older compared to those with one vessel disease (45.5±3.8 vs. 42.2±5.5, p=0.101). Conclusion: Aircrew ≥40 years old, with family history, ST/T changes on resting ECG, and equivocal results on TT even in the absence of multiple coronary risk factors may need further cardiovascular tests. MSCT is an effective and noninvasive way of detection of CAD in aircrew when needed.

EDITORIAL COMMENT
12.Role of clinical features in prediction of coronary artery disease documented by multi-slice CT angiography in aviation
Alon Grossman
PMID: 24449630  doi: 10.5152/akd.2014.332014  Page 155
Abstract |Full Text PDF

ORIGINAL INVESTIGATION
13.The effects of iodixanol and iopamidol on adhesion molecule serum levels in patients with angina pectoris undergoing coronary angiography: a randomized study
Filiz Akyıldız Akçay, Serdar Bayata, Tuna Semerci, Murat Yeşil, Oğuzhan Toklu, Erdinç Arıkan, Selcen Yakar Tülüce, Mehmet Köseoğlu, İdil Koçağra Yağız
PMID: 24449631  doi: 10.5152/akd.2014.4737  Pages 156 - 161
Amaç: Kararlı (SAP) ve kararsız anjina pektoris (USAP) hastalarının hücreler arası adezyon molekülü-1 (ICAM-1) ve vasküler hücre adezyon molekülü-1 (VCAM-1) serum seviyelerinin karşılaştırılması, SAP ve USAP hastalarında gerçekleştirilen tanısal koroner anjiyografinin (KAG) ICAM-1, VCAM-1 serum seviyelerine etkilerinin; KAG’da kullanılan non-iyonik radyokontrast maddeler (RKM), iso-osmotik (IO) iodixanol ve düşük osmolar iopamidol’ün bu adezyon molekülleri (AM) seviyelerine olası farklı etkilerinin araştırılması. Yöntemler: Bu randomize, prospektif çalışmaya KAG’a giden SAP (n=22) ve USAP hastalarından (n=22) oluşan 2 grup alındı. KAG’da RKM olarak her grubun yarısında iodixanol, diğer yarılarında iopamidol randomizasyon için sırayla kullanıldı. Hastalar klinikleri ve kullanılan RKM’ye göre 4 alt gruba ayrıldı (SAP-iodixanol, SAP-iopamidol, USAP-iodixanol, USAP-iopamidol). Hastalardan, ICAM-1 ve VCAM-1 seviyelerinin ölçülmesi için KAG’dan hemen önce ve 12 saat sonra iki venöz kan örneği alındı. Tekrarlayan ölçümler iki yönlü ANOVA testi ile karşılaştırıldı. Bulgular: Bazal VCAM-1 konsantrasyonu USAP grubunda SAP grubundan yüksekti (p=0,001). SAP ve USAP gruplarında, ICAM-1 ve VCAM-1 konsantrasyonları KAG sonrası anlamlı derecede yükseldi. KAG sonrası ICAM-1 ve VCAM-1 konsantrasyon artışları; SAP-iodixanol AG’da istatistiksel anlamlılığa ulaşmadı, SAP-iopamidol AG’da, istatistiksel anlamlılık sınırındaydı (p=0,06, p=0,06). KAG sonrası USAP-iodixanol AG’da sadece VCAM-1 (p<0,001), USAP-iopamidol AG’da hem ICAM-1 (p=0,009) hem de VCAM-1 (p=0,006) seviyeleri anlamlı artış gösterdi. Hastalarda herhangi bir komplikasyon gözlenmedi. Sonuç: Bilgilerimize göre, bu çalışma KAG’ın SAP ve USAP hastalarında ICAM-1, VCAM-1 artırıcı etkisine ve iodixanol ve iopamidol’ün ICAM-1, VCAM-1 serum düzeyleri üzerine farklı etkilerine işaret eden ilk çalışmadır. KAG ve farklı RKM’lerin vasküler enflamasyon, damar hasarı, serum AM seviyelerine etkilerini ve bunların klinik önemini açıklığa kavuşturmak için ileri çalışmalar gerekmektedir. Bu çalışma hipotez üreten pilot bir çalışma olarak görülmelidir.
Objective: To compare intercellular adhesion molecule-1 (ICAM-1) and vascular cell adhesion molecule-1 (VCAM-1) serum levels between patients with stable (SAP) and unstable angina pectoris (USAP) undergoing coronary angiography (CAG), investigate effects of CAG on ICAM-1, VCAM-1 levels in SAP, USAP patients; probable different effects of non-ionic radiocontrast media (RCM), iso-osmotic iodixanol and low osmolar iopamidol, on these adhesion molecules (AM). Methods: In this randomized, prospective study, 2 groups consisting of patients with SAP (n=22) and USAP (n=22) undergoing CAG were included. For halves of each group iopamidol, for the other halves iodixanol were used as RCM, in turn for randomization. The patients were divided into 4 subgroups according to clinical presentations and used RCM(SAP-iodixanol, SAP-iopamidol USAP-iodixanol, USAP-iopamidol). ICAM-1, VCAM-1 levels were measured just before and 12 hours after CAG. Repeated measurements were compared with two-way ANOVA test. Results: Baseline VCAM-1 concentration was higher in USAP group than SAP group (p=0.001). ICAM-1, VCAM-1 concentrations increased significantly following CAG in SAP, USAP groups. ICAM-1, VCAM-1 concentration increments; didn’t reach statistical significance in SAP-iodixanol subgroup, reached a borderline significance in SAP-iopamidol subgroup (p=0.06, p=0.06). In USAP-iodixanol subgroup; only VCAM-1 (p<0.001), in USAP-iopamidol subgroup; ICAM-1 (p=0.009), VCAM-1 (p=0.006) levels increased significantly following CAG. No complication was observed. Conclusion: To our knowledge, this is the first study indicating ICAM-1, VCAM-1 inducing effect of CAG in patients with SAP, USAP and differential effects of iodixanol and iopamidol on ICAM-1, VCAM-1 serum levels. Further studies are needed to clarify the effects of CAG and different RCM on vascular inflammation, vessel injury, serum AM levels and their clinical significance. This study should be taken as a pilot, hypothesis-generating study.

14.The QT prolongation and clinical features in patients with takotsubo cardiomyopathy: Experiences of two tertiary cardiovascular centers
Bong Gun Song, Sang Man Chung, Sung Hea Kim, Hyun Joong Kim, Gu Hyun Kang, Yong Hwan Park
PMID: 24449633  doi: 10.5152/akd.2013.4745  Pages 162 - 169
Amaç: QT uzamalı takotsubo hastalarında klinik karakteristikler, laboratuvar parametreleri, elektrokardiyografik bulgular hakkında pek az veri vardır. Bu çalışmanın amacı QT uzaması olan ve olmayan takotsubo kardiyomiyopatili hastalar arasında bu parametrelerin farkını araştırmaktır. Yöntemler: Bir gözlemsel retrospektif çalışma yaptık. Takotsubo kardiyomiyopati veri tabanı kaydından 105 hasta alındı ve QT uzama varlığına göre ayrıldı. QT uzamalı (QT grub) 50 hasta ve uzamasız (NQT) 55 hasta. İstatistiksel analiz Student’ t-testi ya da Mann-Whitney U testi ve Chi-square testi kullanarak yapıldı. Bulgular: QT grubunda NQT grubuna göre dispne (66’ya karşılık %40, p=0,008) ve kardiyojenik şok (46’ya karşılık %24, p=0,016) prevalansı daha fazla idi. QT grubunda ST yüksekliği (82’ye karşılık %64, p=0,036), T dalga tersliği (96’ya karşılık %58, p=0,001), ventrikül taşikardisi/fibrilasyonu (8’e karşılık, %0, p=0,032) ve klasik balonlaşma örneği (92’ye karşılık %66, p=0,003) daha yüksek prevalansta, buna karşılık sol ventrikül ejeksiyon fraksiyonu daha düşük (ortalama 39,2’ye karşılık %43,5, p=0,005) idi. Ayrıca, QT grubunda hs-C-reaktif protein (mediyan, 6,6’ya karşılık 1,7 mg/L, p=0,023), kreatin kinaz -MB (median, 18,6’ya karşılık 7,6 ng/L, p=0,0032) ve NT-pro-beyin natriüretik peptit (median, 3637’ye karşılık 2145 pg/mL, p=0,044) seviyeleri anlamlı düzeylerde daha yüksekti. QT grubunda, NQT grubuna göre daha sık inotropik (46’ya karşılık %24, p=0,016) ve diüretik (58’e karşılık %38, p=0,042) kullanımı gerekti. Sonuç: Takotsubo kardiyomiyopatisinin klinik özellikleri QT uzamasının varlığına göre farklılık gösterir. QT grubunda kardiyovasküler rezervin korunma olasılığı daha azdır ve takotsubo kardiyomiyopatisinin tüm prognozunun QT uzamasına bakmaksızın çok iyi olmasına rağmen NQT grubundan daha fazla hemodinamik desteğe ihtiyaç gösterir.
Objective: There are few data regarding clinical characteristics, laboratory parameters, electrocardiographic and echocardiographic findings in takotsubo cardiomyopathy patients presenting with QT prolongation. Aim of this study was to investigate the differences in these parameters between takotsubo cardiomyopathy patients presenting with and those without QT prolongation. Methods: We performed an observational retrospective study. One hundred five patients were enrolled from the takotsubo cardiomyopathy registry database and divided according to the presence of QT prolongation. Fifty patients presented with QT prolongation (QT group) and 55 did not (NQT group). Statistical analysis was performed using Student’s t-test or Mann-Whitney U test and chi-square test. Results: QT group had higher prevalence of dyspnea (66 versus 40%, p=0.008) and cardiogenic shock (46 versus 24%, p=0.016) than NQT group. QT group had higher prevalence of ST elevation (82 versus 64%, p=0.036), T wave inversion (96 versus 58%, p=0.001), ventricular tachycardia/ventricular fibrillation (8 versus 0%, p=0.032) and classic ballooning pattern (92 versus 66%, p=0.003), but lower left ventricular ejection fraction (mean, 39.2 versus 43.5%, p=0.005). In addition, QT group had significant higher hs-C-reactive protein (median, 6.6 versus 1.7 mg/L, p=0.023), creatine kinase-MB (median, 18.6 versus 7.6 ng/mL, p=0.032) and NT-pro-brain natriuretic peptide levels (median, 3637 versus 2145 pg/mL, p=0.044). QT group required more frequent use of inotropics (46 versus 24%, p=0.016) and diuretics (58 versus 38%, p=0.042) than NQT group. Conclusion: The clinical features of takotsubo cardiomyopathy are different according to the presence of QT prolongation. The QT group was lesser likely to have preserved cardiovascular reserve and more likely to require hemodynamic support than the NQT group despite the entire prognosis of takotsubo cardiomyopathy is excellent regardless of QT prolongation.

EDITORIAL COMMENT
15.Prognostic impact of QT intervals in takotsubo cardiomyopathy: still a long way to trap the octopus
Francesco Rotondi, Fiore Manganelli
PMID: 24449634  doi: 10.5152/akd.2013.12380  Pages 170 - 171
Abstract |Full Text PDF

ORIGINAL INVESTIGATION
16.Clinical outcome, pain perception and activities of daily life after minimally invasive coronary artery bypass grafting
Barış Uymaz, Gül Sezer, Pınar Köksal Coşkun, Onurcan Tarcan, Seyhan Özleme, Tayfun Aybek
PMID: 24449632  doi: 10.5152/akd.2014.4570  Pages 172 - 177
Amaç: Sol ön inen arterin, minimal invaziv koroner revaskülarizasyonu rutin olarak uygulanmaktadır. Biz parsiyel alt sternotomi (PAS) tekniğini kullanarak yaptığımız çalışan kalpte, minimal invaziv koroner revaskülarizasyon cerrahisine ait klinik tecrübelerimizi ve full sternotomi yapılan hastalarla ağrı duyumu ve günlük aktivite açısından retrospektif olarak karşılaştırılmasına ait sonuçlarımızı sunuyoruz. Yöntemler: Ocak 2009, Ağustos 2012 tarihleri arasında 197 hastaya kliniğimizde, modifiye parsiyel alt sternotomi ile minimal invaziv koroner revaskülarizasyon yapıldı. Hastaların ortalama yaşı 58,5±10,5 yıl idi. 54 (%28) geçirilmiş enfarktüs, 38 (%19) diyabet olgusu vardı. Vizüel analog postoperatif 2, 3 ve 4., günlük aktivite skorları ilk dört gün, %98 hastada taburculuk sonrası uzun dönem takipler, muayene ve soru formu şeklinde gerçekleştirilmiş ve majör beklenmeyen kardiyak olay (MBKO) saptanmıştır. Karşılaştırmalı olgularda t-testi ve MBKO sonuçları Kaplan-Meier eğrileri ile analize edilmiştir. Bulgular: Ameliyat sonrası mortalite 1 (%0,5), full sternotomiye geçiş 3 (%1,5) hasta olarak saptanmıştır. Ağrı ve günlük aktivite skorları, full sternotomi grubuna (Ağrı skoru: 57,1±7,8; Aktivite skoru: 36,2±8,6) nazaran, PAS grubunda (Ağrı skoru: 35,1±9,6; Aktivite skoru: 80,4±11,8) anlamlı şekilde daha iyi olduğu saptanmıştır (p<0,001). 34 (%17,2) hastada taburculuk sonrası, 45 aylık maksimal takip süresi içerisinde, çeşitli kardiyak semptomlar sebebiyle koroner anjiyo uygulanmıştır. Greft açıklık oranı %96,5 olarak bulunmuştur. 3,5 yıllık takip sürecinde (24,1±11,7 ay), MBKO’dan bağımsız, hayatta kalım oranı %91,8±3,1 olarak saptandı. Sonuç: Bu çalışma, minimal invaziv koroner cerrahisinde PAS tekniği ile efektif revaskülarizasyon yapılabileceği ve orta dönemde kabul edilir sonuçları olduğunu göstermektedir. Bu yöntemle opere edilen hastalarda, majör komplikasyon olmadan, cerrahi sonrası da iyi bir yaşam kalitesi olduğu saptanmıştır.
Objective: Minimally invasive direct coronary artery bypass (MIDCAB) for revascularization of the left anterior descending artery has become a routine operation. We present our clinical experiences with beating heart MIDCAB surgery performed through partial lower sternotomy (PLS) and retrospectively compare the results of pain perception as well as activities of daily life (ADL) with the conventional full sternotomy. Methods: From January 2009 to August 2012, 197 patients underwent MIDCAB using modified PLS at our hospital. Their mean age was 58.5±10.5 years. 54 (28%) had previous myocardial infarction, 38 (19%) had diabetes mellitus. The visual analog scale (VAS) for pain one, two and three, the ADL score for mobilization were obtained within four days after surgery. 98% of patients were followed-up with both direct visits and questionnaires to assess the major adverse cardiac events (MACE). We performed t-test for comperative data and Kaplan-Meier curves for survival analysis. Results: There was one postoperative death (0.5%) and three conversions to full sternotomy (1.5%). Postoperative angiography was performed in 34 (17.2%) patients, who had some symptoms during the follow-up period of 45 months. The graft patency rate was 96.5% (190 of 197). At follow-up (24.1±11.7 months), survival free of MACE was 91.8±3.1% at 3.5 years. Both the Visual Analog Scale (VAS 35.1±9.6 vs. 57.1±7.8) and the ADL score (80.4±11.8 vs. 36.2±8.6) were significantly higher after the operation in comparison to the matched group of beating heart revascularizations with full sternotomy (p<0.001). Conclusion: This study demonstrates that the MIDCAB using PLS can achieve an effective intermediate-term revascularization and an acceptable clinical outcome. Patients who undergo this procedure are free of major complications and enjoy good quality of life after surgery.

REVIEW
17.Heart failure: a complex clinical process interpreted by systems biology approach and network medicine
George E. Louridas, Katerina G. Lourida
PMID: 24566513  doi: 10.5152/akd.2014.5091  Pages 178 - 185
Sistemler biyolojisi bütünleştirici sayısal analizin ilkeleri ile genetik ve moleküler bileşenlerden toplanan veriler üzerine kurulmuştur. Biyolojik bileşenler arasındaki bütünleşme klinik tıpta dikkate değer uygulamaları olan birbirleri ile etkileşen örgüler, modüller ve fenotipler oluşturur. Buradan gelişen örgü tıbbı zayıflayan miyokardın iç karmaşıklığının ve onun klinik sonuçlarının daha incelikli resmini verir. Bu derleme, kalp yetersizliği klinik sendromunun ilerleyen doğasını açıklamada örgü kardiyolojisinin etkisi konusuna odaklanmıştır. Zayıflayan miyokart ve onu izleyen klinik sendrom olan kalp yetersizliği, ilerleyen klinik kötüleşmeyi yansıtan dinamik ve lineer olmayan sistemin varlığını ortaya koyar. Kalp yetersizliğinin klasik betimlemesi doku patolojisine, klinik tanıtıma ve son olarak özgün genetik ve moleküler değişikliklere dayandırılmıştır. Kalp yetersizliğinin böyle karakterizasyonu klinik öncesi hastalık özelliklerinin farkına varmada ve sendromun ilerleyen doğasını açıklamada ciddi sınırlandırmalara sahiptir. Sistemler biyolojisi molekül, hücre ve doku öğelerinden yola çıkarak özgün örgülerin varlığını algılar, hesaplar ve onların klinik fenotiplerin ortaya çıkmasındaki etkilerini değerlendirir. Klasik indirgemeci bir kavram olan kalp yetmezliği, moleküler fonksiyon bozuklukları veya kalp yetmezliğinin ortaya çıkışı ve kötüleşmesinde çok önemli olan örgü bileşenleri arasındaki bağlantıların bozuk koordinasyonu hakkında veri sağlamada uygun değildir. Kalp yetersizliğinde, karmaşık bir örgü içindeki moleküler hedeflerin tanınması farmakolojinin kavramsal temelini ve yeni biyobelirteçlerin belirlenmesini artıracak ve yeni ilaçların keşfini hızlandıracaktır.
Systems biology is founded on the principles of integrative computational analysis and on the data from genetic and molecular components. The integration of biological components produces interacting networks, modules and phenotypes with remarkable applications in the field of clinical medicine. The evolving concept of network medicine gives a more precise picture of the intrinsic complexity of failing myocardium and its clinical consequences. The present review is focused on the impact of network cardiology in explaining the progressive nature of the clinical syndrome of heart failure. The failing myocardium and the subsequent clinical syndrome of heart failure disclose a dynamical and non-linear system with a progressive picture of clinical deterioration. The classical description of heart failure is based on tissue pathology and clinical presentation, and lately on specific genetic and molecular modifications. This characterization of heart failure has significant limitations to recognize preclinical disease features and to explain the progressive nature of the syndrome. Systems biology detects and evaluates specific networks from molecular, cellular and tissue elements, and assesses their influence on the appearance of clinical phenotypes. The classical reductive concept of heart failure is inadequate to provide data for molecular dysfunctions or defective coordination of the interconnected network components that are central to the genesis and clinical deterioration of heart failure. In heart failure, the recognition of molecular targets within the complex networks will increase the conceptual basis of pharmacology and the identification of novel biomarkers and at the same time will accelerate the discovery of new drugs.

18.Renal denervation
Todd Drexel, Stefan C. Bertog, Laura Vaskelyte, Horst Sievert
PMID: 24566514  doi: 10.5152/akd.2014.5294  Pages 186 - 191
Geleneksel antihipertansif ilaçlara dirençli şiddetli hipertansiyon, önemli olumsuz kardiyovasküler ve serebrovasküler olaylar ve böbrek yetmezliği ile ilişkilidir. Böbrek sempatik sinir aşırı aktivitesi sıklıkla esansiyel hipertansiyona eşlik eder. Kateter-bazlı renal sempatik denervasyon ağır dirençli hipertansiyon ortamda kan basıncında düzelme, böbrek ve genel sempatik sinir aktivitesinde azalmaya yol açar. Kan basıncı kontrolü üzerine renal sempatik sinir sisteminin rolü ve renal denervasyonda yeni klinik düzeyi gözden geçirmekteyiz. Ayrıca diyabet kontrolü, tıkayıcı uyku apnesi, atriyal ve ventriküler aritmi üzerindeki potansiyel yararlı etkileri tartışılmakta.
Severe hypertension, resistant to conventional antihypertensive medications, is associated with major adverse cardiovascular and cerebrovascular events and renal insufficiency. Renal sympathetic nerve over-activity frequently accompanies essential hypertension. Catheter-based renal sympathetic denervation leads to a reduction in renal and overall sympathetic nerve activity and improvement in blood pressure in the setting of severe resistant hypertension. In the following, we review the role of the renal sympathetic nervous system in blood pressure control and recent clinical experience with renal denervation. Furthermore, potential beneficial effects on diabetes control, obstructive sleep apnea, atrial and ventricular arrhythmias are discussed.

EDUCATION
19.Approach to cases with resistant hypertension
Dilek Torun
PMID: 24566515  doi: 10.5152/akd.2014.5287  Pages 192 - 195
Dirençli hipertansiyon, biri diüretik olması gereken farklı sınıftan 3 antihipertansif ilacın eş zamanlı uygun dozlarda kullanılmasına rağmen kan basıncının 140/90 mm Hg’nın üstünde olmasıdır. Dirençli hipertansiyon etiyolojisi çok faktörlüdür. Başarılı tedavi; obezite, diyetle alınan tuz miktarı, alkol alımı, reçete edilen ilaca uyum, kan basıncını yükselten ilaç kullanımı gibi yaşam tarzı değişikliklerinin belirlenmesi ve düzeltilmesi ve yalancı dirence neden olan faktörlerin dışlanmasını gerektirir. Öncelikle direnç nedenleri dışlandıktan sonra, tedavi edilebilen olası sekonder hipertansiyon nedenleri dikkate alınmalıdır. Sekonder hipertansiyonun en sık nedenleri endokrin ve renal hastalıkla ilişkili primer hiperaldosteronizm ve renovasküler hastalıklardır. Obstrüktif uyku apne sendromu sekonder hipertansiyonun tipik bir nedeni olmamasına rağmen, dirençli hipertansiyonda yaygın olarak bulunur. Bu yazıda farklı kliniklerle başvuran vakalarda dirençli hipertansiyona tanısal yaklaşım ve yönetim ele alınmıştır.
Resistant hypertension is defined as blood pressure that remains above 140/90 mm Hg despite the concurrent use of optimal dose of 3 antihypertensive agents of different classes. Ideally, 1 of these 3 agents should be a diuretic agent. The etiology of resistance hypertension is multifactorial. Successful treatment requires identification and reversal of lifestyle factors (obesity, dietary salt intake, alcohol intake, lack of adherence to prescribed medicines, and interfering substances), and to exclude the presence of pseudoresistance. Once confounding factors have been ruled out, evaluation for potentially treatable secondary causes of hypertension should be considered. Most forms of secondary hypertension are related with adrenal or renal disorders such as primary hyperaldosteronism and renovascular disease. Although, obstructive sleep apnea syndrome is not a typical cause of secondary hypertension, it is commonly present in resistant hypertension. Diagnostic workup and management of resistant hypertension were discussed in different clinical presentations.

SCIENTIFIC LETTER
20.Evaluation of pulmonary vascular resistance and vasoreactivity testing with oxygen in children with congenital heart disease and pulmonary arterial hypertension
Ayhan Çevik, Serdar Kula, Rana Olguntürk, Sedef Tunaoğlu, Deniz Oğuz, Berna Saylan, Cihat Şanlı
PMID: 24566516  doi: 10.5152/akd.2014.4393  Pages 196 - 198
Abstract |Full Text PDF

21.IL-10R1 (Ser138Gly) functional polymorphism is associated with acute myocardial infarction in Tunisian patients
Latifa Khlifi, Elyes Chabchoub, Afef Letaief, Leila Ben Othmen, Mohamed Ali Smach, Bassem Charfeddine, Ramzi Zemni, Limem Khalifa
PMID: 24566517  doi: 10.5152/akd.2014.4864  Pages 199 - 200
Abstract |Full Text PDF

CASE REPORT
22.The impact of the pre-procedural hemodynamic assessment in transcatheter aortic valve replacement
Barış Buğan, Samir R. Kapadia, E. Murat Tuzcu
PMID: 24566477  doi: 10.5152/akd.2014.5412  Pages 201 - 202
Abstract |Full Text PDF

23.Successful use of a cryoablation sheath for closure of problematic atrial septal defect
Müslüm Şahin, Elnur Alizade, Mustafa Akçakoyun, Cevat Kırma
PMID: 24566478  doi: 10.5152/akd.2014.5166  Pages 202 - 203
Abstract |Full Text PDF

24.Cardiac arrest and ventricular tachycardia from coronary embolism: an unusual presentation of infective endocarditis
Danai Kitkungvan, Ali E. Denktaş
PMID: 24566479  doi: 10.5152/akd.2014.5183  Pages 204 - 205
Abstract |Full Text PDF

25.A rare cause of congestive heart failure after seven years of open heart surgery: Organized intrapericardial hematoma
Yalçın Velibey, Sinan Şahin, Servet Altay, Nijat Bakshaliyev, Eyüp Tusun, Sennur Ünal, Mehmet Eren
PMID: 24566480  doi: 10.5152/akd.2014.5168  Pages 205 - 508
Abstract |Full Text PDF

DIAGNOSTIC PUZZLE
26.Change in electrocardiography after cardiopulmoner resuscitation
Samet Yılmaz, Fırat Özcan, Dursun Aras
PMID: 24566490  doi: 10.5152/akd.2014.4800  Page 209
Abstract |Full Text PDF

LETTER TO THE EDITOR
27.A case of radial arteriovenous fistula during coronary angiography
Barçın Özcem
PMID: 24566481  doi: 10.5152/akd.2014.5318  Page 210
Abstract |Full Text PDF

28.An invitation for rethinking about gamma-glutamyltransferase and its association with coronary collaterals
Yavuzer Koza, Pınar Demir, Lütfü Aşkın, Uğur Aksu
PMID: 24566482  doi: 10.5152/akd.2014.5329  Pages 211 - 212
Abstract |Full Text PDF

29.Right ventricular functions in obstructive nasal polyposis
Ahmed Salah, Shenghua Zhou
PMID: 24566483  doi: 10.5152/akd.2014.5123  Pages 212 - 213
Abstract |Full Text PDF

30.Does bilirubin level have an effect on cardiac parameters?
Cengiz Öztürk, Şevket Balta
PMID: 24566484  doi: 10.5152/akd.2014.5361  Pages 213 - 214
Abstract |Full Text PDF

31.Real-time three dimensional transesophageal echocardiography has an incremental value in delineation of paravalvular leakages
Mehmet Özkan, Mustafa Ozan Gürsoy
PMID: 24566485  doi: 10.5152/akd.2014.5371  Pages 214 - 215
Abstract |Full Text PDF

32.Industry compliant health care provider: accepting defeat
Ayhan Olcay
PMID: 24566486  doi: 10.5152/akd.2014.4442014  Page 216
Abstract |Full Text PDF

DIAGNOSTIC PUZZLE - ANSWER
33.Change in electrocardiography after cardiopulmoner resuscitation
Samet Yılmaz, Fırat Özcan, Dursun Aras
PMID: 24566490  doi: 10.5152/akd.2014.4800  Page 218
Abstract |Full Text PDF

ALMANAC SERIAL
34.Almanac 2013-stable coronary artery disease
Shahed Islam, Adam Timmis
PMID: 24573066  doi: 10.5152/akd.2014.147482014  Pages 219 - 226
Abstract |Full Text PDF

E-PAGE ORIGINAL IMAGES
35.Optical coherence tomography imaging of intrastent neointimal bridge caused by semicircumferencial dissection after drug eluting balloon dilatation of instent restenosis of sapheneous venous graft
Zsolt Köszegi, Tibor Szük, Gusztáv Vajda, Frederick Marty, Csaba Jenei
PMID: 24566488  doi: 10.5152/akd.2014.5200  Page E5
Abstract |Full Text PDF

36.Aortic saddle embolism caused by right ventricle thrombus in a 2-year-old girl with Ebstein anomaly and Glenn shunt
Kadir Babaoğlu, Murat Deveci, Şadan Yavuz, Gürkan Altun, Yonca Anık
PMID: 24566489  doi: 10.5152/akd.2014.5211  Pages E5 - E6
Abstract |Full Text PDF



Journal Metrics

Journal Citation Indicator: 0.18
CiteScore: 1.1
Source Normalized Impact
per Paper:
0.22
SCImago Journal Rank: 0.348

Quick Search



Copyright © 2024 The Anatolian Journal of Cardiology



Kare Publishing is a subsidiary of Kare Media.